Türkmenistan’ın Hürmetli Devlet Başkanı Kurbankulu Berdimuhammedov’un eşsiz çabaları ve daimi ilgileri neticesinde bugün Türkmen halkı Muhammet Harezmî, Mene Baba (Ebusaid Ebulhayr), Kaşgarlı Mahmut, MahmZemahşeri, Necmeddin Kübra gibi Türkmen’in onlarca ünlü evlatlarının ilmi ve edebi mirasları ile tanışıyorlar. Geçmişin sönmeyecek yıldızlarının ruhi şuleleri ile kendi şuur ve düşüncelerini geliştiriyorlar. Böyle yıldızların biri de XVII.-XVIII. asır Türkmen edebiyatının görkemli temsilcisi Nurmuhammet Andelip’tir. Şairin özgeçmişi ile ilgili malumatlar çok az. Türkmenistan İlimler Akademisinin Milli Elyazmaları Enstitüsünde muhafaza edilen 847. yazmada şöyle bir bilgiyle karşılaşılıyor: “Andelip’in aslı Hive, Daşoğuz Türkmenlerinden. Ama benim duyduğuma göre, Hive şehrinde birkaç sene okuyan Orazkulu Ahundan(Şeyhülislam) işittim: “Andelip’in “Yusuf Züleyha” ve “Zeynelarap” kitabını ve “Leyli–Mecnun” ve “Sa’d-ı Vakkâs”, başka da birkaç kitapları yazıp halkın arasına yayan Andelip’tir” – diye söyledi. İskender köyünden aslı Türkmen olan Seyitcan Kazıoğlu’nun ağzından yazıldı. Yaşı 70 civarında ihtiyar adam. (Onun ağzından yazan Molla Püri Abam oğlu, 23 Temmuz 1941.) Seyitcan Gazi’nin sunduğu bilgiler Türkmen’in milli mirasını inceleyen devrinin kültürlü adamı olan Orazgulı Ahundan alınmıştır. Bu bilgilerin tarihi gerçeklere uygunluğunu tespit etmeden önce yukarıda gösterilen yazmadan Andelip ile ilgili ikinci bir malumatı da burada verelim: “Kızılarbat köyünden, aslı Türkmen Durdı Molla Övezgılıç oğlunun dediğine göre, (Kızılarbatlı Annamırat Ahundan işittim): Andelip denilen şairin aslı Hiveli. Adı Nurmuhammet, babasının adı Seyidahmet. Zeynelarap, Yusuf–Züleyha ve Leyli–Mecnun hakkında işittim ama diğer kitaplarından haberim yok. Hiveli yaşlı adam, Molla Muhtar denilen adam, Andelip’in sözlerini okurdu, diye söyledi.” Kızılarbat köyünden Durdı Molla Övezgılıç oğlu, aksakal, yaşlı adamın dilinden yazıldı. Yazan Molla Püri Abam oğlu. 27 Temmuz 1941’de. Bu malumatların ikisi de Hive medreselerinde okuyan kişilerin söylediklerine dayanır. Dikkat edilmesi gereken, bu malumatları şairin eserleri de tasdik ediyor. Şair “Yusuf–Züleyha” destanına ve “Nesimi” manzumesine yazdığı girişinde:  İsmim idi Nurmuhammet – Garip, Sözde tahallusum idi Andelip.

Şehrimiz Ürgenç velayat idi,
Hanımız Şirgazi himayet idi.

Asli mekanım ki Garamazıdır,
Adama işrette kış ve yazıdır.

Böylece, Andelip’in doğduğu toprağın Daşoğuz vilayetinin Gurbansoltan Ece ilçesinin Garamazı köyü olduğu hiçbir şüpheye yer bırakmıyor. Son zamanların ilmi çalışmaları, yeni bilgiler Nurmuhammet Andelip’in, tahminen, 1660-1665. yıllarda doğduğunu kabul etmeye esas teşkil ediyor. Nurmuhammed’in çocukluk devri, okuduğu yerler, aile hayatı hakkında kesin bilgiler yok. Şair, tahminen, 1740’lı yıllarda da bu dünyadan ayrılmıştır. Andelip’in öz geçmişi hakkında bilgilerin çok az olmasına rağmen şairin devrinin bilgili, kültürlü, eğitimli adamlarından biri olduğunu onun eserleri açıkça ortaya koymaktadır. Hiveli meşhur halk Şairi, 73 yaşında, eski yazıyı bilen kültürlü Gurban Ata Ismayıl oğlu 1941’de Andelip hakkında şöyle malumat vermiştir: “Andelip Arapçada bülbül anlamında sözdür. Tahminen, bundan 250 yıl önce Köneürgenç’te bir güçlü âlim-şair ortaya çıkmıştır. O gençlikte Gül adında bir güzel kıza âşık olup onun aşkında çok çok gazeller, muhammesler yazmıştır. Onun sevgilisinin adı Gül. Kendi onun peşinde serseri olup gezdiği için kendine mahlas olarak Andelip, yani, gülün ayrılığında öten bülbül adını seçmiştir.  Nurmuhammet Andelip devrinin kültürlü adamı olmuştur. O Arap, Fars dillerini çok iyi öğrenmiştir. Hatta o Farsça şiirler de yazmıştır. Andelip’in edebi şahsiyetine doğunun meşhur şairleri Nevai, Fuzuli çok tesir etmiştir. Şair onların gazellerine tahmisler yazmıştır.

Şair zengin bir edebi miras bırakmıştır. Andelip XVII.-XVIII. asır şairlerinin içinde en üretken olanlarından biridir. Şimdilik şairin lirik şiirlerinden de başka birkaç destanı (halk hikayeleri) ve manzumeleri ilinmektedir. Bazı ilmi makalelerde ise şairin tercüme ile meşgul olduğu vurgulanmaktadır. Bu fikri Türkmen klasik edebiyatını bilimsel açıdan öğrenmeye ilk sıralarda girişen Akademik Baymuhammed Garrıyev “Büyük Ekim İhtilalinden Önceki Türkmen Edebiyatı”, “Türkmen Edebiyatı Bizim Gururumuzdur” adlı makalelerinde ortaya koydu. O kendi makalelerinde Andelip hakkında kısa malumatlar verip şairin yazdığı eserlerin listesini vermiştir.

Andelip’i ilmi esasta incelemeye değerli katkıda bulunan Aşırpur Meredov ise şairin 1963’te neşredilen “Seçilmiş Eserlerine” yazdığı değerlendirme yazısında Andelip “Mürze Hemdem” destanını Farsçadan tercümeetmiştir diye bir görüş ortaya koydu. Örneğin,  “Türkmen Edebiyatının Tarihi” adlı çok ciltli kitaptan aşağıdaki satırları okuyoruz: “Andelip Türkmen şairlerinin içinde en çok tahmis yazan ve tercüme eden (Mürze Hemdem) şairdir.” Bu kitaptan hemen sonra basılan Andelip’in “Lirika”sına önsöz yazan Aşırpur Meredov şöyle diyor: “Şairin Fars-Tacik dilinden Türkmen diline aktardığı eserlerinden XI.-XII. asırlarda Horasan’ın Namak köyünde yaşamış ve sufizmin en görkemli temsilcilerinden biri olan Ebu Nasr Ahmet ibn Ebulhasan Cami’nin “Çahar Peri” (Dört peri) adıyla meşhur olan destanında rastlanan şiirlerini göstermek olur. Şairin 325. doğum yıldönümünde 1990 yılında neşredilen “Nurmuhammet Andelip. Şiirler ve Poemalar” adlı kitaba yazdığı “Kitap gördüm Andelip’ten ...” adlı makalesinde edebiyatçı âlim Ahmed Bekmıradov şöyle demiştir: “Onun (Andelip’in) olgun bir tercümeci olduğunu XII. asır Fars-Tacik şairi Ahmet Cami’nin gazellerinden ettiği tercümeler de ispat etmektedir. Ortaya konan örneklerden anlaşıldığı gibi, âlim “Mürze Hemdem” destanını tercüme eser kabul ediyor ve onu tercüme eden şair olarak da Andelip’in adını veriyor. Daha doğrusu “Türkmen Edebiyatını Tarihi” adlı kitapta Andelip’in tercüme ettiği eser olarak “Mürze Hemdem” destanı hatırlanıyorsa, Aşırpur Meredov Cami’nin “Çahar Peri” (Dört Peri) eserini dile getiriyor, Ahmed Bekmıradov da Aşırpur Meredov’un bilgilerini tekrarlıyor. Buna bakmadan âlimlerin hepsi de Andelip’in tercüme eseri olarak bir eseri “Mürze Hemdem” adlı destanı işaret ediyorlar.

Nurmuhammet Andelip’in 1990 yılında neşredilen “Şiirler ve Poemalar” kitabında ise, Andelip’in tercüme ettiği gazeller olarak 11 gazel yer almaktadır. Bu gazelleri, daha doğrusu, bu kitaba giren şiirlerin hepsini Aşırpur Meredov ile Amanberdi Nuryagdıyev neşre hazırlamıştır.

Biz yukarda Aşırpur Meredov’un Ahmet Cami ile alakalı verdiği malumata değinmiştik. O Andelip’in Ahmet Cami’nin gazellerini tercüme ettiği hakkındaki fikrini temele dayandırmak için “İslam Ansiklopedisi”ne ve Lahor’da neşredilen “Kıssa-yı Ahmet Cami Elmuhtaser”, “Çahar Peri” ile “Varka ve Gülşa” adlı kitabın 48-58. sayfalarına işaret ediyor. “İslam Ansiklopedisi”nde Ahmet Cami’nin özgeçmişi verilmektedir. Fakat “Çahar Peri”de Aşırpur Meredov’un Andelip’in tercüme ettiğini söylediği gazeller yok. Gösterilen 48-58. sayfalarda ise topu topu 3 gazel var, onlar da Andelip’in tercüme ettiği söylenen gazeller ile mana ve yorum bakımından farklı görünmektedir. Belki, âlim başka kaynaklara yaslanmaktadır. Andelip’in 1990’da neşredilen kitabında “Tercümeler” adlı özel bir bölüm açılmış, orada 11 (on bir) gazel verilmiştir. Bu gazellerin bittiği yerde dipnot verilmiştir: “Bu edebi tercümeleri Andelip Fars-Tacik dilinde pek çok lirik ve epik eserler ortaya koyan Ahmet Cami’nin (XII. asır) şiirlerinden tercüme etmiştir.” Tercümeler şair tarafından Türkmen diline geçirilen “Mürze Hemdem” adlı anonim destanda karşımıza çıkıyor. Bkz. TSSC İA’nın Elyazmalar Hazinesi, dos. No. 884, ÖzSSC İA’nın Doğu’yu Öğreniş Enstitüsünün Elyazmalar Hazinesi. dos. No. 6895”. Aşırpur Meredov’un doğru belirlediği gibi, “Mürze Hemdem” destanı MEE’de tek nüshada, yani, 884. dosyada denk geliyor. Ama bu dosya “Andelip Ahmet Cami’nin gazellerini Türkmenceye tercüme etmiştir.” şeklindeki fikri tasdik etmiyor. Gelin, eserin kendine bakalım: “Ama raviler rivayet etseler ki, Cam vilayetinde keskin bir zeka varmış: Kendi cihanın güneşi, tartışmasız kamil idi. Zatında tecelli eden İlahi nura gark olmuş. İlm-i zahir ve ilm-i batın gönlünde yer etti. Kendilerinin adları Abdurrahman Cami idi”. Gördüğümüz gibi, bu eserin hangi bir eserden ve hangi bir dilden tercüme edildiği hakkında hiçbir söz yok. Demek, “Mürze Hemdem” destanını tercüme eser diye düşünmeye neden yok. Bunun da ötesinde orada geçen gazelleri Ahmet Cami ile ilişkilendirmeye hiçbir gerekçe yok. Bu eserdeki kahraman XII. asır şairi Ahmet Cami değil de XV. asır şairi Abdurrahman Cami’dir. Onu önceki misallerden başka da çok bilgiler tasdik etmektedir. Gelin, destandan bazı parçaları okuyalım: “Semerkant padişahına Sultan Hüseyin Mirza derler”. Hüseyin Mirza’nın 1438’de dünyaya gelip 1506’da vefat ettiği bilinmektedir. Destanın başında adı geçen Abdurrahman Cami de 1414-1492 arasında yaşamıştır. Demek, destanda adları geçen Abdurrahman Cami ile Hüseyin Baykara çağdaştır. Destanın XV. asırla ilgili olduğunu aşağıdaki satırlar da tasdiklemektedir: “Öyle ise Sultan Hüseyin Mirza, Emir Alişir, ekabirler ve eşrefler bildiler Hazreti Mevlevi Cami imiş.” Bu malumatlar “Mürze Hemdem” destanını tercüme eser sayıp ondaki gazelleri “XII. asır şairi Ahmet Cami’den tercüme edilmiştir.” demeye imkan vermiyor.

Nurmuhammet Andelip’in edebi mirasını ilmi açıdan incelemeye XX. asırda başlandı. Evet, şairin “Sa’d-ı Vakkâs” manzumesini Doğuşinas Arminiy Vamberi 1867 yılında Lepsig’de Almanca neşredilen “Çağatay Edebiyatının Antolojisi”nde asıl nüsha ile birlikte tercümesini de vermiştir. 1900-1916 yılları arasında ise şairin “Sa’d-ı Vakkâs” manzumesi, “Leyli–Mecnun”, “Baba Ruşen”, “Zeynelarap”, “Yusuf–Züleyha” destanları Arap alfabesinde basma usulünde birkaç kere neşredilmiştir. Sovyetler zamanında şairin eserleri ayrıca kitap şeklinde ilk defa “Leyli–Mecnun” destanı 1948 yılında neşredildi. Bundan sonra da bu destan tanınmış Türkmen âlimleri Nepes Hocayev, Meti Köseyev, Bayrammemmet Ahundov, Ata Ulugberdiyev, Beşim Şamıradov, Abdırrahman Mülkamanov gibi kişilerin emeğiyle 1956, 1963 ve 1991 yıllarında neşredildi. Şairin hayatını ve edebi kişiliğini inceleyen dil ve edebiyat Profesörü Geldi Nazarov’un çalışması ayrı bir yere sahiptir. Âlim 1973 yılında şairin “Yusuf–Züleyha” destanının tenkitli metnini neşretti. Daha sonra, bu destan 1987 ve 1991 yıllarında Geldi Nazarov’un çabalarıyla iki defa neşredildi. Geldi Nazarov Andelip’in “Nesimi” manzumesinin de tenkitli metnini hazırladı ve 1978’de neşretti. “Nesimi” manzumesi de bundan sonra iki defa, 1990 ve 1992’de Geldi Nazarov’un emeğiyle neşredildi. Şairin “Baba Ruşen”, “Zeynelarap” destanları ise, ilk defa, Mırat Çarıyev, Ogulgözel Maşayeva ve Amanberdi Nuryagdıyev gibi kimseler tarafından hazırlandı ve 1991 yılında neşredildi. Andelip’in “Sa’d-ı Vakkâs” manzumesi ise ilk defa 1990 yılında edebiyatçı Amanberdi Nuryagdıyev tarafından hazırlandı ve neşredildi. Şairin “Oğuzname” manzumesi ilk kez âlim Ahmet Bekmıradov tarafından neşredildi. Andelip’i ilmi açıdan incelemeye bütünüyle girişen âlim bu manzumeyi 1990’da neşrettiriyor.

Şairin lirik eserleri ise ilk defa 1963’te halka sunuldu. O yıl edebiyatçı âlimler Bayrammemmet Ahundov ile Ata Ulugberdiyev şairin “Seçilmiş Eserlerini” neşrettiler. Kitaba Andelip’in lirik eserlerinin birkaçı konulmuştur. Andelip’in lirik eserleri bundan sonra edebiyatçı âlimler Aşırpur Meredov ve Amanberdi Nuryagdıyev tarafından 1976 ve 1990 yıllarında neşredildi. Genellikle, görkemli Türkmen şairi Nurmuhammet Andelip’in edebi mirasını incelemekte ve halka ulaştırmakta belirli ölçüde işler hayata geçirildi. Bu işler özellikle şairin doğumunun 325. yıldönümü münasebetiyle geçen asrın seksenli yıllarında ilerlemeye başladı. Buna rağmen, daha da şairin ilmi özgeçmişini ortaya çıkartmakta, onun uzun hayatında bıraktığı mirasını tespit etmekte yapılacak işler çok.  Şairin edebi mirasının belli bir bölümünü şiirler kapsamaktadır. Şairin şiirlerinin arasında sosyal hayattan bahseden tek eseri “Çıkrık” şiiridir. Bu şiirde çıkrığın çiftçilik hayatındaki yeri ortaya konur. İlginç olan, bu şiir hiçbir elyazmada karşımıza çıkmıyor. Şiir Hocalı Mollanın Türkmen edebiyatını ilmi açıdan incelemenin üstadı Akademik Aleksandr Nikolaviç Samoyloviç’e gönderdiği mektupların içinde karşımıza çıkıyor. Bu ne anlama geliyor? Bu Türkmen’in XX. asırdan önceki hayatında, daha doğrusu türlü devirlerin şairlerinin eserleri istinsah edilirken kâtiplerin büyük kısmının din temsilcileri olduğundan genellikle dini mazmunlu eserlerin ilk planda tutulduğunu işaret etmektedir. Bu, esasen de XIX. asırdan önceki şairler bakımından böyledir. Aksi takdirde Hoca Ahmet Yesevi, Gül Süleyman, Vefayi, Nevai, Azadi gibi şairlerin sosyal hayatı aksettiren eserler yazmamış olduğuna inanmak güç. Bu Andelip hakkında da böyledir. Andelip’in bizim devrimize ulaşan bütün şiirleri aşk konulu. Şair lirik şiirlerinde insan güzelliğini şöyle vasfetmektedir:  Kaldılar seyr kılarak yüz ü la’l-i-lebine, Gül bakıp, gonca açıp ağzını hayran hayran.

Bu gazelde gezmeye çıkan kızın güzelliğine, hatta gül, goncalar da ağzını açıp hayran kalıyorlar. Şiirin edebiliğindeki incelik XIX. asır şairi Muhlisi’ye o kadar güçlü tesir etmiştir ki o bu gazele tahmis yazmıştır. Bilhassa Muhlisi’nin tahmisi sayesinde Andelip’in bu güzel gazeli bizim devrimize ulaşmıştır. Şairin “Ne Muhteşem, Ne Kıyamet” müseddesi ise boydan boya büyük bir coşkuyla yoğrulmuş:

Haneme adım atsan, öperim ayağından, Gâh gerdan saf ve gâhi gümüş sakagından, Öldürmek için ok çıkarmıştır sadağından, Kurbanın olam göz üzre badem kapağından, Şerbet eritir “Yuhyi’l-izam” dudağından Peh peh, ne güzelsin, ne muhteşem, ne kıyamet.

Şiirin her bendinin sonunda gelen peh peh şeklindeki ünlem ise şiiri sadece bir ipe dizmek değil, ona özel bir ışıltı vermektedir.

Andelip’in bize ulaşan şiirleri arasında tahmisler asıl yeri tutmaktadır.

Türkmen edebiyatının tarihinde Andelip’in çeşitli hikayeler içeren eserlerinin de birkaçı karşımıza çıkmaktadır. Onları da kendi içinde manzumeler ve destanlar diye iki gruba ayırmak mümkün. Bize şimdilik şairin “Oğuzname”, “Nesimi”, “Sa’d-ı Vakkâs”, “Kıssa-yı Firavun” manzumeleri malumdur. “Manzume(poema)” terimi Türkmen edebiyatına XX. asırda katıldı. Ama bu XX. asırdan önce Türkmen klasik edebiyatında manzume türünde eser ortaya konmadığını anlatmıyor. Manzume teriminin taleplerine cevap veren eserler Türkmen edebiyatının tarihinde ilk devirlerden beri malumdur. Türkî dilli yazılı edebiyatta bizim günlerimize ulaşan ilk manzumeler olarak XI. asırda yaşayan Yusuf Has Hacib’in “Kutadgu Bilig”, XII. asırda yaşayan Ahmet Yükneki’nin “Hibetü’l- Hakayık”, Ali’nin “Kıssa-yı Yusuf” manzumeleri bilinmektedir. Orta asırlar Türkî dilli edebiyatın sonraki devirlerinde ortaya çıkan manzumeler olarak Fuzuli’nin manzumeleri ile birlikte Fahri’nin “Hüsrev Şirin”ini, Vefayi’nin “Revnakü’lİslam”ını, Dana Ata’nın “Oğuzname”sini göstermek mümkündür.

Manzume türünde ortaya konan eserler Türkmen klasik edebiyatında Nurmuhammet Andelip’in edebi kişiliğinde de karşımıza çıkar. Şimdilik Türkmen edebiyatı ilmine Nurmuhammet Andelip’in dört manzumesi ayandır. Ancak bu eserler doğu edebiyatında olduğu gibi destan, name, kıssa, risale, hikaye gibi çeşitli edebi terimlerle adlandırılmıştır. Başkaca söylenirse Andelip manzume türünde eserlerini doğu edebiyatının çeşitli edebi terimleri ile belirlemiştir. Örneğin, o “Oğuzname” eserini “name” terimi ile belirlemiş ise “Kıssa-yı Firavun” eserini “kıssa” terimi ile belirlemiştir. “Nesimi” manzumesi doğrultusunda ise şair şöyle der:

Makamatı Nesimi, şeyhi Mansur,
Kılarım nazm-ı Türkî gel, oku, gör.

Andelip’in bu beytindeki “makamat” sözü “makam” denilen Arap sözünden ortaya çıkmış, o “meclisler”, “çoğunluk”, “konulan yer”, “söz”, “derece”, “cay”, “halk arasında söylenen söz”, “hikaye toparları” gibi anlamlara gelmektedir.

Makamat yazmak, yani rivayetler, hikayetler toparı esasında eser ortaya koymak ya da onlara şairlik yönü ile yaklaşmak doğu edebiyatında eski zamanlardan bilinmektedir. “Makamatı Hoca Ahrar”, “Makamatı Şeyh Abdülkadir Geylani”, “Makamatı Mir Kulal”, “Makamatı Nakşıbendi” gibi makamatlar – hikayet toparları doğunun birkaç ülkesinde, aynı zamanda tercüme edildikten sonra birkaç Avrupa ülkesinde gayet meşhur olmuştur. Avrupa edebiyatındaki “novella”, “memuar” türlerinin ortaya çıkmasında, aynı zamanda risarcılık hem de otobiyografik eserlerin ortaya çıkmasında da doğunun makamat yazma geleneğinin tesirinin güçlü olduğu bilimsel çalışmalarda vurgulanmaktadır.

Türkmen, o sayıda Türkî dilli yazılı edebiyatta ve de halk edebiyatında “Oğuzname” eserinin uzun devirlerin devamında türetilmesi neticesinde edebiyat alanında özel alan – Oğuznamecilik geleneği ortaya çıkmıştır. Andelip’in “Oğuzname” manzumesi de o edebi geleneğin temelinde türetilip orada Oğuzların ortaya çıkmaları, tarihi seferleri ile ilgili rivayetler ve efsaneler beyan edilmektedir.

Bu eserin bize şimdilik üç nüshası malum olup o MEE’nin elyazmalar kasasındaki 158., 1373. ve 875. dosyalarda muhafaza ediliyor.

Birinci nüsha bilinen âlim, Profesör Meti Köseyev’in şahsi arşivinden alınan “Oğuzname’nin” fotokopisidir. Fotokopi 14 sayfadan ibaret olup, orada eserin iki sayfası eksik gelmektedir.

İkinci nüsha bilinen dilci âlim, Profesör Memmetnazar Hıdırov’un şahsi mirasında bulunan “Oğuzname’nin” foto nüshasından elle çoğaltmadır. Onu 15 Ocak 1963’te hattat Hudayverdi Annaverdiyev adi bir kağıda nestalik hatla yeşil-siyah ile yazmıştır.

Üçüncü nüsha Memmetnazar Hıdırov’un 1948’de neşre hazırladığı nüshadır.

Bu üç nüshanın tamamı Guvanç Eziz oğlunun 11 Ekim 1929’da Muhtar Haşım oğlunda bulunan elyazmadan istinsah edilmiştir. Muhtar Haşım oğlunun dediğine göre, o elyazmayı Türkistan’da Hoca Ahmet Yesevi’nin kabrinin üstünde buluyor. Bunun hakkında elyazmada şöyle malumatlar veriliyor: “Çarcev vilayetinin Burdalık ilçesinin Gultak köyünde Muhtar Haşım oğlundan yazıp aldım. Muhtar Gultak denilen kabileden. Çiftçi, kültürlü, halk şairi, 40 yaşında. Muhtarın dediğine göre, bu şiir Taşkent’in ötesinde Türkistan denilen yerden Hoca Ahmet Yesevi denen Türk edebiyatçısının türbesinde bulunmuş. Yazıp alan Guvan Eziz oğlu. 11 Ekim 1929. Andelip denen Türkmen şairi Oğuz Han’ın yaptığı savaşları destan etmiştir.”.

Manzumedeki olaylar adaş “Oğuzname” eserleri ile benzer. Oğuz Han’ın üç hanımından altı oğlu – Gün Han, Ay Han, Yıldız Han, Gök Han, Dağ Han, Deniz Han oluyor. Sonra onların her birinden de dört oğlu olmuş, böylelikle, Türkmenlerin yirmi dört boyu ortaya çıkıyor. Bu bilgiler Reşidüddin’in “Camiü’t- Tevârih”, Ebulgazi Bahadır Han’ın “Şecere-i Terâkime”, Dânâ Ata’nın “Oğuzname” eserinde de aynı şekilde. Andelip, Oğuz Han’ın aslını beyan ettikten sonra, Oğuzların yerleşim yeri, vakanın başladığı devir hakkında malumatlar veriyor. Manzumede Cengiz Han ile ilgili vakalar resmedildiği zamanda, Harezm şahı Muhammed’in tarihi hıyaneti yüzünden halkın düştüğü zor durum da beyan ediliyor:

Manzumede Oğuz Han yurdun lideri olarak kendine tabi olanları, her bir idareciyi çeşitli yollarla iyice sınıyor. Kendi sınavından geçen adamlara ise münasip görevler veriyor. Örneğin, Oğuz Han’ın İl Han ibn Hovanı’nın, yani kendi ordusunda hizmet eden ve savaşta şehit olan komutanın oğlu Kıpçak’ı takdir ediyor ve ona bir ilçenin idaresini veriyor.

Ona Türk ilinden bir az pay verdi,
Verip Oğuz Han uzaktan denedi.

Kendine tabi ili, yükseltip o,
Huruç etti, cihanı bastırıp o.

Manzumenin sonunda iyice yaşlanan Oğuz Han, padişahlığı oğullarına devredip onlara yurdu idare etmek ile ilgili birçok vasiyetler ediyor. Babanın oğula vasiyetleri ile ilgili hususi kitaplar da yazılıyor. Onlardan meşhur birkaçı olarak Key Kavus’un “Kavusname”, Nizamülmülk’ün “Siyasetname” eserlerini sayabiliriz. Andelip’in Oğuz Han’ın vasiyetlerini kendi eserinde vermesi bu türün tarihi kökünü incelemeye malzeme veriyor.

Nurmuhammet Andelip’in ikinci manzumesi Türkmen halkının arasında büyük hürmet kazanan, 1417’de [bazı kaynaklarda Nesimi’nin ölümü 1404 kabul edilmektedir.(AA)] Halep şehrinde çirkin bir cezaya çarptırılan Türkmen şairi İmadeddin Nesimi’ye bağışlanmıştır. Nesimi Türkmen şairlerinin eserlerinde üstat yol gösterici olarak hatırlansa, halk eserlerinde mertliğin, vefalılığın kırılmaz nüshası olarak girmiştir.

Nesimi hakkında Türkmen edebiyatını öğreniş ilminde birçok işler edildi. Nesimi’nin ömrünü ve eserlerini ilmi esasta öğrenmekte çok hizmetler eden Nazar Gullayev şairin 600. doğum günü münasebetli, onun şiirlerini neşrettirdi. Meşhur Türkmen âlimleri Rahman Recebov ile Şamuhammet Gandimov ise Nesimi’nin “Seçilmiş Eserleri”nin 3 cildini çıkardı. Nazar Gullayev hazırladığı Nesimi’nin kitabına yazmış olduğu büyük hacimli bilimsel makalesinde şairin ömrü ve edebi kişiliği ile ilgili manzumelere de değerlendirme yazısı verdi. Bundan başka da, o filoloji doktoru Tecen Nepesov ile birlikte yazdığı “Büyük şaire bağışlanan destanlar” adlı makalesini bu manzumelerin incelemesine bağışladı.

Edebiyatçı âlim Geldi Nazarov şairin “Nesimi” manzumesinin tenkitli metnini hazırladı ve onu ilim camiasına sundu. Âlim bu işe yazdığı önsözünde Nesimi hakkında manzumeleri ve manzumeler hakkında yazılan işleri ilim eleğinden geçirdi. Filoloji doktoru Övlüyaguli İlyasov “Türkmen Edebiyatının Tarihi”nin Nesimi hakkındaki bölümünde, edebiyatçı Amanberdi Nuryagdıyev ise o kitabın Andelip hakkındaki bölümünde Nesimi’ye bağışlanan manzumeleri inceliyor. Bundan da başka Aşırpur Meredov’un “Andelip ve XVIII. Asır Türkmen Edebiyatında Tercümecilik Geleneği”, “Klasik Edebiyatımızda Tercümecilik Geleneği” adlı makalelerinde, Andelip’in 1976 yılında neşredilen “Şiirler”ine yazdığı önsözünde ve Bayrammemmet Ahundov ve Tecen Nepesov ile birlikte yazdığı “Andelip ve Esiri” adlı makalesinde Andelip’in “Nesimi” manzumesi ile ilgili bazı meselelerin üstünde durmuştur.

Arap ve Fars edebiyatında Nesimi hakkında yazılan eserler bizce bilinmese de şairin üstadı Hallac-ı Mansur’a dair yazılan eserler hakkında malumat var. Meşhur Fars şairi Baba Kuhi (933-1050) Mansur’un hayatı hakkında Arapça “Ahbarul-Hallaç” adında risale yazmıştır.

Hallac-ı Mansur hakkında manzume yazmış şairlerin ikincisi de Fars şairi, sufizmin görkemli temsilcilerinden biri olan Feridüddin Attar’dır. O şair hakkında yazdığı eserlerine “Hallaçname” ve “Mansurname” adlarını vermiştir. Elbette, bu eserler ile Andelip’in tanışması, onlardan belli bir derecede etkilenmiş olması mümkün.

Hallac-ı Mansur hakkında yazılmış olan Türkî dildeki iki eser de bizce bilinmektedir. Onlardan biri Müridi Aydın’ın “Mansurname” eseri, ikincisi Niyazi Mısri Muhammet bin Ali Malati’nin “Mansurname” eseridir.

Geldi Nazarov Andelip’in bu manzumesinin tenkitli metnini hazırladı ve neşrettirdi. Âlim bu işe yazdığı girişinde manzume hakkındaki türlü bakış açılarını inceledi ve eserin orijinal eser olduğunu, yazarının da Andelip olduğunu bilimsel olarak ispatladı.

Andelip’in manzumesinde, mollanın Nesimi’yi sınamak için eline civciv verip onu Allah’ın göremeyeceği bir yerde öldürüp gelmesini istediği olayı sonra da odunu üfleyip çakmak taşsız yaktığı vakayı mecazi rivayetlerden almıştır. Bu olaylara Hoca Ahmet Yesevi ve onun talebesi Kul Süleyman ile ilgili de karşılaşılıyor. Aynı zamanda Emir’in şah seçilmesi, şah kızının sandığa salınıp deryaya atılması ve balıkçıya rast gelmesi Türkmen halk edebiyatında, özellikle masallar türünde sık işlenmiş bir tarzdır. Andelip halk edebiyatındaki bu usulleri, rivayetleri olduğu gibi kullanmamıştır, onları edebi şekilde ele almıştır. Bu yaklaşım ise esere revaç kazandırmıştır. Örneğin, Andelip manzumesinin temel olaylarında Nesimi’nin dünyaya gelmesini balıkçı ailesiyle ilişkilendiriyor. Halep şahı hamile kızını halkın dedikodusundan çekinip sandığa koyup ırmağa bırakıyor. Irmakla akıp giden sandık balıkçıya rast geliyor ve o sandığı deryadan çıkarıyor. Sandıktaki şah kızının oğlu olmuştur. Balıkçı onları evine getirir ve oğlana Nesep diye ad koymuştur. O zaman balıkçının kendi oğlu da doğmuştur. Ona ise Emir adını vermiştir. Nesimi ile Emir çocukluğu birlikte geçiriyorlar. Onlar delikanlı olduğu vakit Nesimi halkın arasına karışıyor, çöllerde, dağlarda dolaşıyor. Zamanla yurdun padişahı ölüp devlet kuşu, odundan gelen Emir’in başına konuyor. Böylece, Emir yurdun şahı oluyor. Andelip bu vakayı resmedenden sonra, halk arasında bunun hakkında başka türlü rivayetin var olduğunu da vurguluyor:

Rivayet kıldı ondan bazı ravi,
Yayıldı âleme çün oldu çavı.

Daha sonra ise şair Nesimi ile alakalı halk içindeki ikinci bir rivayeti beyan etmektedir. Orda balıkçı ailesi ile ilgili olay-parça yok. Şah hamile kızının sırrına vakıf olur, onun bu işte bir günahı olmadığını anlıyor. Şahın kızından bir oğlan doğuyor ve ona Nesimi adını koyuyorlar. Şahın karısı da bir oğlan doğuruyor. Ona ise Emir adını veriyorlar. Şahın ölümü ile onun oğlu Emir tahta çıkıyor.

Burada şöyle bir sual ortaya çıkıyor. Ne için Andelip balıkçı ailesi ile ilgili rivayeti esas vaka olarak alıp ikinci rivayeti geri plana almıştır? Bunun nedeni bize göre şöyle: Balıkçı ailesi ile ilgili rivayet gerçek hayata yakın. Şah hanımı ile görüşüp evlenmeden hamile kalan kızı yüzünden halka maskara olma korkusuyla kızını sandığa koyup ırmağa bırakır. Ama ikinci rivayette ise şah beyleri ile görüşüp kızını takip görevini onlara verir. Elbette birinci rivayetin XVIII. asır Türkmen hayatı, Türkmen karakteri ile yakınlığı ikinci rivayet ile kıyaslandığında güçlüdür. İkinciden ise birinci rivayette Emir balıkçının oğlu, o yurdun şahının ölümünden sonra kuşun başına konmasıyla şah seçiliyor. İkinci rivayette ise şahın ölümüyle onun yerine oğlu tahta çıkıyor. Andelip burada birinci rivayeti eserine temel almak ile âdil şah meselesine dikkat çekiyor. Kuşun uçurulması yüzünden odun satıp geçimini sağlayan Emir yurda şah oluyor.

Âdil şah meselesi Doğu edebiyatında çok işlenen temalardan biri olmuştur. Türkmen sözlü ve yazılı edebiyatında bu meseleyi ele alan eserler çok fazladır. Bu mesele Andelip’in manzumelerinde de geçerlidir. Bu mesele şairin “Oğuzname” manzumesinde diğer manzumelerine oranla her açıdan beyan edilmiştir. O Oğuz Han’ın bütün Türkî halkları birleştirip bir hakanlık, devlet kurması hakkındaki düşünceler ile ilgilidir. Âdil şah genellikle insan adaleti manzumede didaktik usulde yani, Oğuz Han’ın öz oğullarına yurdu idare etmek ile ilgili verdiği fikir ve nasihatlerinde daha da çarpıcı biçimde ortaya çıkar.

Andelip’in, o kadar Akmuhammed’in de XVII.- XVIII. asır şartlarında Nesimi’nin edebi kimliğine başvurmaları ne ile ilgili? Bizim fikrimizce bunun iki sebebi var. Birincisi, halkın arasında Nesimi’nin meşhur olması ve onun hakkındaki rivayetlerin, efsanelerin geniş alana yayılmasıdır. İkincisi, XVIII. asırda Nesimi’nin sufizm vaazlarının revaçta olmasıdır.

Andelip’in de, Akmuhammet şairin de manzumelerini okuduğumuzda sufizm ruh, sufizm ahenk aşikâr, çarpıcı şekilde duyulmaktadır. Akmuhammet:

Yıglar hakın hovpundan,
Gönül dünya gamından,
Dayım, Kabe togabından,
Halı bolmaz erdi-ya.

Andelip:

Cihan eşgalı dünyadan gamı yok,
Huda’nın hovpundan gözde nemi yok.

Akmuhammed’in eserin esas muhtevasına girmeden evvel söylediği aşağıdaki bendi manzumenin sufizm fikriyle yoğrulduğunu tamamen ortaya koyar:

Hezreti şıhı Mansur.
Çün bulardan başlayın,
Gönül kirşin taşlayın,
Ötgen kıssa erdi-ya.

Yoksa Akmuhammed’in manzumesine Nesimi’nin üstadı, ruhen hocası Hallac-ı Mansur’dan başlayacağını bilhassa vurgulaması nedendir? Aslında, onun gönlünden atmak istediği günah nasıl bir günahtır? Bu suallerin cevabı manzumenin gövdesinden dışarı çıkmaktadır. O günah şairin zamanında yaşadığı acıların neticesidir. Akmuhammet de, Andelip de Nesimi’nin edebi kişiliğine başvurmak ile onu kendi manzumelerinin başkahramanı olarak resmetmek ile o acıdan kurtuluş aramıştır. Çünkü Yevgeni Eduardoviç Bertelsin belirlediği gibi, orta asırlarda revaçta olan ileri düşünceli insanlar kendilerine eziyet veren gelgitlere sufizm düşüncesinden cevap aramışlardır.

Andelip’in “Sa’d-ı Vakkâs” manzumesi sadece bir şairin kendi manzumelerinin içinde değil, yoksa bütün XVIII.-XIX. asırlarda ortaya çıkan Türkmen manzumelerinin arasında da özel bir karaktere sahiptir. Manzume İslam’ın kerametli şahsı Sa’d-ı Vakkâs’ı vasf etse de, onda esas mesele cömertliği ortaya koymaktır. Eserde hareket eden ikinci bir dini şahsiyet de Hazret-i Ali’dir.

Muhammet peygamberden insanlar en cömert insan kim diye sorduklarında, O (SAV), Sa’d-ı Vakkâs’ın adını söyler. Buna ise Hazret-i Ali öfkelenir:

Bu sözü işitti Resul’den Ali,
Gayretinden yandı canı hem dili,
Kahredip mescitten çıktı o veli,
Evlerine varıp sena eyledi.

Evine varınca eşi Hazret-i Fatma ona niçin öfkelendiğini soruyor. Hazret-i Ali Hazret-i Muhammed’e (SAV) kırıldığını söylüyor.

Benim hiç gönlüme bakmadı Hazret,
Güya ki başıma koptu kıyamet,
Bilmem ne kusurdan oldu alamet,
Böylece gözyaşın revan eyledi.

Bu mısralardan gördüğümüz gibi, Hazret-i Ali kendi kayınpederi Hz. Muhammed’in (SAV) en cömert insan olarak kendi adını söylemesini beklemiştir. Hz. Muhammed (SAV) Sa’d-ı Vakkâs’ın adını söylediği vakit, buna bozulur Sa’d-ı Vakkâs’ın böyle şöhret kazanmasına kıskançlık duyar. Bu kıskançlık Hz. Muhammed’in (SAV) kızı, Hz. Ali’nin eşi Hz. Fatma’nın sorularıyla daha da açık bir biçimde ortaya çıkıyor.

Fatma dedi: – Çağır, Ammar’ı, gelsin!
Başa külah, üste paçavra giysin,
Testi bağlayıp kamçısını alsın,
Bir hikmet var – deyip, seda eyledi.

Sonra Hz. Ali ile Hz. Fatma Hz. Ammar’ı dilenci kılığına sokup ona Hz. Sa’d-ı Vakkâs’ın evine varmasını, altın, gümüş verse almamasını, bütün değerli şeylerden yüz çevirmesini ve onun tek oğlunun kanını derman için istemesini söylüyorlar:

De: “Yedi yaşındaki narin oğlan,
Adı Abdullah’tır, hafız-ı Kur’an,
Bana lazım olur o oğlandan kan,
Onun kanın bana deva eyledi”.

Hz. Ammar verilen yumuşu yerine getirmek için Hz. Sa’d-ı Vakkâs’ın evine geliyor. Hz. Sa’d-ı Vakkâs altın-gümüş verse de almıyor. Hz. Sa’d-ı Vakkâs ona ne istediğini sorduğunda ise Hz. Ammar derman için oğlunun kanını vermesini istiyor. Hz. Sa’d-ı Vakkâs bu dileğin ne kadar çirkin olduğuna bakmaksızın, kapıya gelenin isteğini yerine getiriyor.

Andelip bu manzumesi aracılığıyla İslamiyet’in öne çıkan sahabelerinden biri olan Hz. Ali ve Hz. Muhammed’in (SAV) kızı Fatma hakkındaki rivayeti beyan ediyor.

Burada bir meseleye aydınlık getirelim. Andelip XVIII. asrın temsilcisi olarak İslamiyet’i aynı zamanda onun kutsal şahsiyetlerinden biri olan Hz. Ali’yi inkâr etmiyor. O sadece şair olarak edebiyatta idealize edilegelmiş Hz. Ali’yi realleştiriyor. Onu sıradan insan olarak önümüze koyuyor. Andelip bu eseri aracılığıyla Hz. Ali’nin, eşi Hz. Fatma’nın şöhretsever karakterlerini açıp göstermeyi de maksat edinmemiştir diye düşünüyoruz. Bizim anladığımız kadarıyla, Andelip bu manzumesi vesilesiyle cömertlik, kapıya gelen insanların isteğini yerine getirmek gibi insaniyete dayanan fikirleri aşılıyor. Bu düşüncenin tamamen ortaya çıkması ise Hz. Ali’nin, Hz. Fatma’nın katılımı ile gerçekleşmektedir. Genellikle cömertlik meselesi Türkmen edebiyatında çok işlenen meselelerden biridir. İnsaniyetin, büyük insanperverliğin bu güzel yönleriyle alakalı çeşitli dini içerikli rivayetler de türetilmiştir. Böyle rivayetlerden biri ise Azadi’nin “Vaaz-ı Azat” manzumesinde dile getirilmektedir. Azadi’nin ele aldığı rivayeti içerik açısından Andelip’in “Sa’d-ı Vakkâs” manzumesine benzemektedir. Fakat Azadi onu Musa peygamberin adı ile ilişkilendiriyor. Hz. Musa bir gün Allah’tan senin dostun kim diye sorar:

Hezreti Musa Hudadan istedi,
Bir söver dostunı men görsem dedi.

Hak dedi ona: “Falan yol üzre bar,
Bir söver dostum gelir sen anı gör”.

Hz. Musa denilen yere varır. Bir adam gelir ve Hz. Musa’yı evine misafirliğe götürür. Sonra vakalar “Sa’d-ı Vakkâs” manzumesinde olduğu gibi devam eder. Hz. Musa önüne konulan yemeği yemez, ev sahibi ondan bunun sebebini sorduğunda o kendisinin hasta olduğunu ve insan kanının ona ilaç olduğunu söyler. Ev sahibi tek oğlunu keserek onun kanını misafire ilaç için verir. Azadi ev sahibinin adını söylemez. Hatta Hz. Musa Allah’tan dostunu sorduğu zaman adı söylenmez.

Gördüğümüz gibi Azadi de Andelip de benzer bir rivayeti kullanmışlardır. Fakat Azadi o rivayet üzere misafire izzet, hürmet etme fikrini başka şekilde söylersek, Türkmen halkının “Mihman atandan ulı” şeklindeki anlayışını ortaya koyar.

Can berermiş Tanrıga mıhman üçin,
Gulluk eylermiş şol Subhan üçin.

Andelip ise kendi manzumesi üzere cömertliği öne çıkarır:

Cömertler cennete girer, eğlenmez,
Cimriler tamuda yanar, eğlenmez,
Andelip der, dünya geçer, eğlenmez,
Şu dünya ki kime vefa eyledi.

Bu açıdan Mahdumkulu’nun “Vaaz” manzumesi ile de “Sa’d-ı Vakkâs”ın arasında birlik vardır. Bu birlik eserlerin ikisinde de bir kahramanın Hz. Ali’nin hareket etmesinde değil, yoksa ortaya atılan meselede yüze çıkar. Mahdumkulu’nun “Vaaz” manzumesinde de Hz. Ali’nin yanına muhtaç bir insan gelir. Hz. Ali onun ihtiyacını karşılamak için oğullarını rehin verir ve sonuçta da bu ihtiyacı karşılar. Bu iki manzumede de dilek ile gelen insanların dileği yerine getirilmektedir. İki manzumede de isteğin yerine getirilmesine kahramanların oğulları dahil edilir. Bu deliller tesadüfen mi? Yok, onlar XVIII. asır Türkmen edebiyatında öne çıkan meselelerden biri olan insanlık, insanperverlik meselesinden kaynaklanır. Andelip de, Mahdumkulu da kendi eserlerine bilhassa bu açıdan yaklaşmışlardır.

Andelip’in “Kıssa-yı Firavun” adlı manzumesinin temelinde de kadimi dönemlerde ortaya konan dini içerikli rivayetler, efsaneler var. Manzumede Firavun’un taht için yaptığı zalimliği gözler önüne seriyor. O kendi tahtını yitirme endişesiyle, yeni doğmuş bebeklerin binlercesinin kanına girer. Şairin bu manzumesinin de mayasında iyilik nazara verilip kötülük tenkit edilmiştir.

Kim iyidir, ahir yeter murada,
Kötü işten kötü kalır utanca
Andelip, Hak ömrün kılsın ziyade
Müminlere cennet-Rıdvân yetirdi.

Orta Asya’nın Arap işgalcilerinin gelmesi ile ilgili orada yaşayan halklar İslamiyet’e zorla geçirilmiştir. Zamanla İslamiyet o halkların medeniyetine, edebiyatına da kendi özelliklerini geçirmiştir. Türkmen edebiyatında bu hadisenin ne zaman başlamış olduğunu belirlemek zordur. Öyle de olsa, daha önceki yazılı edebiyatımızın ilk nüshalarında bu tesir daha da belirgin bir şekilde göze çarpmaktadır. Türkmen edebiyatının altın asırları olan XVIII.-XIX. asırlarda, onun ilk temsilcilerinden biri olan Andelip’in eserlerinde de aynı tesiri duymak mümkündür. Şairin “Sa’d-ı Vakkâs”, “Kıssa-yı Firavun” adlı manzumeleri, belirli ölçüde “Oğuzname” ve “Nesimi” manzumeleri bu fikri tasdik etmektedir. Buna rağmen Andelip kendi manzumelerinde önceden işlenmiş olayları yeniden işlese de çeşitli rivayetleri, efsaneleri kullanmışsa da Türkmen edebiyatında önce türetilen edebi kahramanlara başvursa da o vakalara, o kahramanlara kendi devrinin ruhunu sindirmeyi unutmamıştır. Çünkü devir insanın karakterine ve kaderine daima kendi tesirini yetirmektedir.

Dünyanın çeşitli köşelerinde büyük devletleri kuran, dünya medeniyetine sayısız hazineleri ekleyen Türkmen ve Arap halklarının kendi kaynağını kadimi devirlerden almış karşılıklı hizmetlerinin uzun bir tarihi var. Çünkü Türkmen ve Arap halkları dünya medeniyetinin gelişmesine büyük katkılarda bulunan, birbirinden çok şeyler öğrenen, medeni değerlerini zenginleştiren milletlerdir. Türkî dilli edebiyatta asıl kaynağı Arap efsanesi olan Leyli ile Mecnun, Yusuf ile Züleyha ve diğer kahramanlar ile alakalı bilhassa eserler türetilmiştir. Nizami, Firdevsi, Sadi, Dehlevi, Hafız, Cami, Nevai, Fuzuli gibi Nurmuhammet Andelip de Doğu edebiyatının bu geleneğini devam ettirerek, kendi eserlerinde destan türüne büyük yer ayırmıştır. Şimdiye kadar onun “Leyli–Mecnun”, “Yusuf–Züleyha”, “Baba Ruşen”, “Zeynelarap” destanları ilim camiasınca bilinmekte. Şairin başka iki destanı, yani “Leyli–Mecnun” ile “Yusuf–Züleyha” destanları doğrultusunda ilim belirli ölçüde kendi düşüncelerini söyledi, yüzlerce makale neşredildi. Özellikle “Yusup–Züleyha” destanı doğrultusunda. Meşhur âlim Geldi Nazarov bu destanın tenkitli metnini hazırlayıp profesör unvanını almak için tez yazdı. Âlimin bu işinde Andelip’in hayatı ve edebi kişiliği ile ilgili temel bilimsel neticeler ortaya kondu. “Leyli–Mecnun” destanı hakkında da meşhur âlimler Nazar Gullayev, Abdırrahman Mülkamanov, Ata Annanurov ve diğerleri bazı çalışmalar yaptılar. Bu işlerde destan, esasen, aşk içerikli destan olarak incelendi. Burada bir şeyi vurgulamak istiyoruz.

“Leyli–Mecnun” destanının başkahramanlarının tarihi şahsiyetler olduğunu, bu vakanın ise Mecnun’un Leyli’ye olan bahtsız sevgisini beyan eden rivayetlerin temelde VII. asrın sonlarında ortaya çıktığı ilim camiasınca bilinmektedir. Andelip kendi destanında Mecnun’un Leyli için yazdığı birkaç gazeli, onu ise insanların aklında tutarak yazıya geçirdikleri hakkında şöyle deniliyor: “Kısacası, aradan bir nice zaman geçti, Mecnun’un bu ahvalini görüp varıp Leyli’nin kabilesi: “Falan yerde bir divane “Vay Leyli, vay, Leyli” diye, koşuşturup, göğsünü dövüp, Leyli’nin şanına birkaç gazel söyler. Ben de öğrendim.” deyip, onun söylediği gazellerden birkaçını söyler.”. Andelip bu edebi üslubunu “Nesimi” manzumesinde de kullanır:

Sonsuz gazeller söyleyip orda,
Onu yazsa, cihana sığmaz orda.

Yazıp bir nicesin koydu ortaya,
Ki kalsın dost ve yâre bir hatıra.

Peşinden takip etti erlerin çoğu,
Bulup manzum, sahife eyleyip onu.

Okuyucular Andelip’in “Leyli–Mecnun” destanının farklı yıllardaki nüshalarını karşılaştırıp, eserlerin birbirinden belli derecede farklı olduğu için Andelip’in “Leyli–Mecnun” destanının net bir nüshası yok mu acaba şeklinde bir sual ortaya atabilir. Türkmen edebiyatı ilmi şimdiye kadar edebi eserlerin tenkitli metnini incelemeye edebiyat tarihinin temeline dikkat etmeden, türlü zikzaklar ile en güzel, en temel meselenin yanından geçtiler. Bunun çeşitli sebepleri var. En temel sebeplerinden biri ise, geçmiş edebiyatımızın Arap alfabesiyle yazılması ve bize bu alfabede ulaşmasıdır. Sovyet devrinde ise, Sovyet ideolojisinin halkı, milleti kendi ata-babalarının mirasından, umumen, geçmişle bağlantısını kesmek için Arap alfabesini 1928’de bırakıp onun yerine Latin alfabesini yerleştirdi. Bu alfabenin de Türkiye’de kullanıldığını, Türkmenler ile Türkler ise bir babanın oğulları olduğunu nazara alıp, 1940’da Kiril alfabesine geçmeye mecbur edildi. Böylece, sonraki kuşakların kendi geçmişi ile bağı koptu. Neticede ise, biz geçmiş mirasımıza, ata-babalarımızın ortaya koyduğu milli miraslarına onların nesilleri olarak sahip çıkamadık.

Andelip’in “Zeynelarap” ve “Baba Ruşen” destanları ise, ilim meydanında hâlâ dokunulmamış bir bahçe gibi gözükmektedir. Bu destanları Yeni Kalkınma ve Büyük Değişimler Zamanesinde bilimsel olarak incelemeye girişildi. Bu destanlarda Hz. Ali ve onun oğulları rol alıyor. Andelip bu destanları ile de insanlık, birey bireye, kötü günde destek, himaye etmeyi salık veriyor. Bu fikir Andelip’in bütün edebi mirasının içinden geçip gitmektedir. Andelip’in edebi mirasında öne çıkan insanperver düşünceleri onun adını edebiyat âleminde baki yıldızların birine çevirdi.
....

»»  Devamı Kardeş Kalemler 54. sayıda...